‘’Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.’’Fuzuli.

‘’Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.’’demiş Fuzuli.Biliyorum ki,ne söylense tesiri olmayacak sözcüklerin.Üstelik,günümüzde sözcükler bu denli mecalsiz ve içleri de boşaltılmış iken..Ve fakat,susmaya da gönül razı değil…susmanın ve dinlemenin de  bir erdem olduğunu da bilirken.Gerçi,biliyorum ki kimselerin vakti de yok ne dinlemeye, ne susmaya. Dolayısıyla “ince şeyleri anlamaya” da… 

Bazen o kadar çok konuşursunuz ki sussanız daha fazla şey anlatırsınız oysa. Epey ekonomik bir eylemdir aslında. Sustuğunuzda sizi anlamayacak kişiler otomatik olarak sisteminizden düşer. Suskunluğunuza eşlik etmeyen sözlerinizden ne anlasın! Burada susmaktan kastım duyguları bastırmak ya da pasif agresif bir tutum almak değil elbette. Biraz içeridekiyle hemhâl olmak, kendinizle oynaşmak.

Susmak, bence hem içsel hem de dışsal anlatıyı kurmanın ve biçimlendirmenin en temel basamağı. Mayalamak gibi. Düşünceyi, sözü, duyguyu… Daha derine kök salmanızı, sığlıktan kurtulmanızı ve düşüncenizin sessizlikte doygunluğa ulaştıktan sonra dışarıya daha olgun bir şekilde çıkmasını sağlayan yegâne eylem.

İçeride hiçbir yaşantıyı, sözü, sırrı tutamayan, hiçbir süzgeçten geçirmeyen ve hemen telaşla başka kişilere yetiştiren insanları düşünüyorum. Muhtemelen bu kişiler ne söylediklerinin ne de sustuklarının sorumluluğunu alıyorlar. Derhal birileriyle paylaşmak istiyorlar. Kendi içlerinde büyütmedikleri, mayalamadıkları bir şeyi başka birine sunarak aslında kendi gerçekliklerine başka birinin gerçekliğini bulaştırmış oluyorlar. Açık yaranın enfekte olması gibi o duygu, düşünce de hemen açığa çıktığında mikrop kapabiliyor. Söz ya da eylem vaktinden önce ifade edildiğinde sanki ölü bebek doğurmuş oluyorsunuz. Olgunlaşmamış, yeterince beslenememiş, eksik…

Susmayan, susamayan kişinin kendisi ve ötekiyle kurduğu ilişkideki sınırların dikenli tellerle çevrildiğini düşünüyorum. Bu dikenli teller var olan ilişkiyi kanatıyor. Dile, konuşmaya karşı alınamayan içsel mesafe, dolayısıyla ötekiyle de aramızda bir engel teşkil ediyor. Bu engelin en bariz olanı ise dinleyememek. Çünkü dinlemek sessizlikle sağlanabilen bir şeydir ve düşünülenin aksine kendinizi tutmanız ya da durdurmanız değil, dikkatinizi karşınızdakine bırakmanız gerekir. ‘Şimdi ve burada’yı deneyimlemenin en aktif hali, dinlemektir bana sorarsanız. Dinliyormuş gibi yapıp da kendi söyleyeceklerine odaklanmak değil.

Kimi kişilerle susulur. Hem de kana kana… Hayatınızda öyle kişiler varsa epey şanslısınız demektir. Eğer o kişiyle gerçek sessizlik deneyimleri yaşayabiliyorsanız, sonrasındaki sözlerinizin lezzeti tartışılmaz olur. Kimi anlatılar, kimi yaşantılar, kimi şehirler susturur insanı. Bu suskunluğa izin verdiğimiz ölçüde içsel bir bahçe inşa ederiz. Dünyanın karmaşasından oraya sığınabiliriz zaman zaman. Orada demlenip, mayalanırız. Ruhsal bağışıklığımızı güçlendiririz. Bünyemize sessizlikten “vitaminler, moraller” veririz.

Evet biliyorum, kimselerin vakti yok ne dinlemeye, ne susmaya. Dolayısıyla “ince şeyleri anlamaya” da… Bu yüzden ayarlarımız iyice bozuluyor. Politik, psikolojik, sosyolojik tüm ayarlarımız. Arızalanıyoruz git gide. Bu arıza, hem içsel hem de dışsal gürültü olarak kendisini gösteriyor.

Son zamanlarda mahallenin duvarlarına,yerlere ve hatta gökyüzüne dahi, Lao Tzu’nun şu satırlarını yazasım var:

“Konuşmadan önce düşün!

Gereği var mı?

Şefkat barındırıyor mu?

Kimseyi incitebilir mi?

Sessizliği bozacak kadar değerli mi?”

Sahi, “Sessizliği bozacak kadar değerli mi konuştuklarınız?”

Buraya kanatlarıyla gelmiş birisi var mı?

Sen bir insan arıyorsun. Yüreğin sızısını ve varoluşun ürpertisini yüklenecek bir arkadaş. Ruhun uçurumundan aşağı birlikte kendini boşluğa bırakacak bir yaren. Istırap meyhanesinde kalp tokuşturacak bir sarhoş. Aynı hamurdan ve aynı çamurdan yoğrulduğun parçanı arıyorsun.

Buraya senden önce gelmiş birisi vardı. Gökkuşağının altından geçen, derelerde yıkanan çocukların neşesinden bir toz sen gelmeden önce serpilmişti buraya. Sen geldiğinde içine çektiğin ıhlamur kokusu, o başka ruhun sen onu izleyebilesin diye bıraktığı işaretten başka bir şey değildi. Sen buraya geldiğinde, sakallarına ak düşmüş bir ihtiyar olarak kıvrılmış uyuyordu zaman. Onu ölümle hayatın birbirinin içine geçtiği bir rüyadan uyandırabilmek için, senin gelişin gerekti. Melankolinin koynunda büyütülmüş ve günlük hayatın basit sevinçlerinden titizlikle saklanmış bir ömür, üzerine güneşin kokusu sinmiş bu gelişle aydınlandı da yüzünü ışığa döndü. Mağaradaki gölge kımıldadı. Seninle gelen iyilik, insanın kanat takmadan da uçabileceğini düşündürdü taşlaşmış kalplere, uzaklardaki bir yağmurun serinliğini duyabileceğini insanın, çok uzak bir rüzgarın da çok uzak bir geçmişin dölleriyle zamanı bereketlendirebileceğini duyurdu.Ama buraya senden önce gelmiş birisi vardı. O da seni, senden önce bu dağ başındaki mağarada arıyordu. Sen onu, o seni arıyordunuz aslında. Arada özleyişin yarattığı titreşimler olmasa ruhlarınız birbirinin kıyısından bile geçemezdi ama ne çare ki şimdi hep birbirinizin kıyılarından yürüyor ama birbirinize varamıyordunuz. Ne sen onun seni aradığının farkındaydın, ne de o senin onu aradığını biliyordu.

Ama bir ümit işte: Belki iyiliğin izlerini takip eden birileri çıkar.Dilinize güneşin çekildiği ve yalnızlığın ayaza vurduğu zamanlarda pelesenk olan mağlupların şarkısı olmasaydı, bu inilti yaşadığınız evrenin boşluklarına sızarak bütün varlığı hüzne bulamasaydı, bilemezdiniz birbirinizin yöresinde dolaştığınızı. Biliyordunuz da ne oluyordu Allah aşkına? Varlığı gölgelerden ve kokulardan izlemek hünerli avcıların işiydi, sizin hüneriniz ise bulmakta değil kaybolmaktaydı. Kaybolmakta usta olmanız bulunmayı ne kadar da keskin bir arzuyla istediğinizin deliliydi sadece. Kendini arayanların bazen en uzaklara gitmesi bundan olmalı. Kendi ruhunun uçurumlarından aşağı düşmekte olan kişi, bunu bir şölene çevirmişse eğer, hangi faninin eli ona uzanabilir? Istırabıyla sarhoş olmuş kişiyi, hangi el o esriklikten çekip çıkarabilir?Dünya birbirini arayan ruhlarla dolu. İki satır konuşabileceğimiz, gülüşün ve hüznün kıvrımlarında birlikte kaybolacağımız sahici insana susamış durumdayız. Göğe aynı aşkla bakabileceğimiz, etten ve kemikten olduğu kadar acıdan ve gerçekten yapılma soylu ruh arkadaşları. Onunla yürürken ve ona yürürken kaybolmaktan korkmadığımız, kalplerini kendimize pusula bellediğimiz, maceramızı yüzlerinde seyrettiğimiz, hayatlarını birbirimize tanık kıldığımız dostlar. Şu kalabalık dünyada ancak birbirimize iltica etmekle serinlediğimiz yol ehli. Kalbini dosta açan, mucizelere de açar.Buraya senden önce gelmiş birisi vardı. Özü sözü bir, olduğu gibi görünen halis bir insan. Buralarda daha önce görmediğimiz bir kumaştan elbisesi, dünyaya fazla sokulmaktan haya eder bir hali vardı. Biz o vakit senin onu, onun da seni aradığı bilgisine agah değildik. Doğrusu, bir insanın başka bir insan için yola düşebileceğini hayal  dahi edememiştik. Göz bebeklerinin içine doğrudan baktığımızda ancak,  onun başka bir alemde başka ruhlarla baştan çıkmış dünya sürgünlerinden birisi olduğunu fark edebildik. Sürgünler o vadiden bu vadiye, saralı bir keşiş gibi düşüp kalkarak salınır. Elemde bir lezzet varsa eğer, bu en çok ayrılık eleminden yorgun düşmüşlere yakışır. Vuslatta değil aramaktadır o lezzet, bulmakta değil kaybolmaktadır. Aramayan kaybolmaz, kaybolmayan bulunmaz.Sen bir insan arıyorsun. Yüreğin sızısını ve varoluşun ürpertisini yüklenecek bir arkadaş. Ruhun uçurumundan aşağı birlikte kendini boşluğa bırakacak bir yaren. Istırap meyhanesinde kalp tokuşturacak bir sarhoş. Aynı hamurdan ve aynı çamurdan yoğrulduğun parçanı arıyorsun.Hayır, bir öteki aramıyorsun. Öteki biziz. Her birimiz maceramızı anlatacağımız ve macerasını dinleyeceğimiz, gönlünü gönlümüze, kulağını kalbimize, yarasını yaramıza bitiştireceğimiz halden bilir bir kimse arıyoruz. O kutlu mağara arkadaşını arıyoruz. Sen gönlü kırıkların türküsünü çığırmakla onları çağırıyor, yağmur almış ağaçlara tüneyen kuşların şarkısını şakımakla onlara varlığını duyuruyorsun. Dünya bir ezgiyle dönüyor ve vardığın her yerde soruyorsun : ‘Buraya kanatlarıyla gelmiş birisi var mı?’Sonra, senin dilinden artık bizim dilimize geçen o büyülü sözcükle dengini toplayıp daha da uzaklara gidiyorsun. Sadece senden onu öğrendiğimiz için bile aradığını bulamadığına bizi sevindiren o sözcük :  Dilimize katıldığında bizi de yola çağıran, uçsuz bucaksız bir insanlığı, sınır çizilemez iyiliği aramayı bize vazife kılan o tılsımlı bilinç. Allahaısmarladık.

Prof.K.Sayar