Yıllar yıllar önce,bir seminerde söylenmiş şöyle bir söz,ajanda notlarımın arasına girmiş.”Derin bir değişimin en basit yollarından biri, daha az güçlülerin dinledikleri kadar çok konuşmaları, daha fazla güçlülerin ise,konuştukları kadar çok dinlemeleridir’ Not aldığıma göre,nasıl da etkilenmişim bu sözden.Artık önemini yitiren iş ajandamın notları arasından çıkan bu söz,taa yıllar öncesinden,dinlemenin nasıl bir erdem olduğunu ve önemini her zaman yitirmeden koruduğunu adeta haykırıyor gibi.
İnsanlar bilfiil birbirleriyle konuştuklarında, insan iletişimi malumata indirgenemez bir şeye dönüşür. Söz konuşanla dinleyen arasında bir ilişkiyi sadece kapsamaz, bizatihi bu ilişkinin kendisidir o anda. Zaten dinlemek daima, şimdiyi zihinle yaratmaktır. Konuşurken birlikte olmamız gereklidir, konuşanın ve dinleyenin şimdi ve burada olması, birbirlerinin yüzüne bakabilmeleri icap eder.
Dinlemek şimdi ve burada olan iki kişinin arasındaki mesafeyi kapatmaktır. İki ayrı insanız, o halde bu mesafeyi neyle kapatırız? Karşımdaki bir şey anlatırken ben onu dinleyerek aramızdaki mesafeyi empatiyle kapatmış olurum. İnsan ve insan arasındaki uçurum, dinlemenin kanatlarıyla kapanır. Onun gibi olmanın ne demek olduğunu hayal ederek, onunla hemhâl olarak kapatırım o açıklığı. Onu değiştirmeye çalışmadan, onun hakkında hüküm vermeye çalışmadan, onu belli bir kalıba hapsetmeden… İşte o zaman yapılan eylemin ismi ‘dinleme sanatı’ oluyor. Dinlemenin önündeki en büyük engellerden biri, söylenenin zaten bilinen bir şey olduğuna dair hatalı bir ön kabuldür.
Hem kendimizi,hem de başkasını, konuştuğumuz kadar susup dinlersek daha iyi anlayabiliriz. Sözün tesir gücü onun güzelliğinde değil, muhatabının ona kalbini açmasındadır. Sıradan bir söz dahi, onu almaya hazır bir kalpte fırtınalar estirir.
Günümüzde çok konuşuyor ama daha az dinliyoruz. Herkes konuşmak istiyor ama kimse dinlemek istemiyor. Herkes kendi avazının gök kubbeyi dolaşmasını diliyor, kendi hikâyesini dillendirmek istiyor ama bir başkasının hikâyesini dinlemeye gönülsüz. Bir sohbeti, biz konuştuğumuz zaman gerçekleşmiş zannediyoruz. Oysa dinlemek, bir tepki değil bir bağlantıdır. Bir sohbeti veya hikâyeyi dinlerken, karşılık vermekten ziyade ona katılırız, ortak bir eylemin parçası haline geliriz. Hakiki bir sohbet, masada bulunan herkesin kendini ifade edebilecek bir zemin bulabildiği, karşılıklı anlaşma duygusuyla oradan ayrılabildiği bir sohbettir. Dikkatle dinleyen kişinin ödülü, kendini de daha iyi anlamış olarak oradan ayrılmaktır. Ama hep ben konuşur ve karşımdaki insanı adeta kendi sözlerimle boğarsam, bu artık sohbet değil monologdur. Bazen restoranlarda rastlıyorum; bir kişi karşısındaki insanı esir almış, istisnasız uzun süreler boyunca monolog halinde konuşuyor. Psikoloji bilimi bunlara ‘konuşma narsistleri’ diyor. Konuşma narsisti, kendi sesine hayran olan, dinlemeye razı olmayan kişidir. Kendi sözünün iğvasıyla baştan çıkar bu insanlar, oradaki aksinde boğulur. Kendilerini dinlemeye doyamayan vaizler.
Dinlemek her türlü hayrın başıdır. Bir insanı dinleyerek anlarsınız, dinleyerek uzlaşırsınız, dinleyerek bağ kurarsınız, dinleyerek yeni bir şey öğrenip keşfedersiniz. Halk arasında da yaygın bir ifade kullanılır: ‘Allah insana iki kulak bir ağız vermiştir, iki işitip bir söylesin diye’. Bizler muhatabımızı ne kadar iyi dinlersek onu o kadar iyi anlamış ve ona iyi mukabele ederek gönlümüze doğru bir yere yerleştirmiş oluruz. ‘Sadece birbirinizi anladığınızda aynı fikirde olmayabilirsiniz’ demiş Donald Davidson. Bırakın anlamayı, pek çoğumuz karşımızdakini üç cümle dinlemeden, tamamen ayrı fikirlerde olduğumuzdan emin gibiyiz. Örneğin bir konferansı dinlerken aniden aklımıza bir soru geliyor ve bir an önce konuşmacıya sorma ihtiyacına kapılıyoruz ya da muhatabımız anlatırken bir şey kafamıza takılıyor ve ‘bunu hemen şimdi söylemem lazım’ diyerek lafını kesiyoruz. İşte böyle durumlarda dinlemeyi bırakırız, çünkü kendimizle meşguliyetimiz artar. Gerçek bir dinleme kafamdaki bütün önyargıları, ön kabulleri, peşin hükümleri bir kenara bırakmakla olur. Mevlâna’nın bir sözü var: ‘Haydi ben bensiz geleyim, sen de sensiz gel’. Ön yargısız bir buluşma için muhteşem bir reçete. Gerçek bir sohbet böyle olur. Kafamdakileri bir kenara bırakıp, bütün bir kalp açıklığıyla senin yanına geleceğim ve senin öğretmeni bekleyeceğim. Bir bilgenin sözüyle ifade edersek: ’Ağzı açık olan adam bir şey öğrenmez’.
Buna en bilinen örnek, bizim tekke kültürümüzde de yansımasını bulan Pisagorasçı eğitim üslubudur. Yıllar önce bir kitapta okuduğum Pisagorasçılara göre, benliğin efendisi olmanın yollarından biri de, sükûtu ve dinleme sanatını öğrenmekti. “Logos”u dinlemek denirdi buna.(bir dönem sufiliği merak etmiştim de) Pythagorasçı kültürde, pedagojik kural uyarınca öğrencinin beş yıl boyunca sessizliğini koruması gerekiyordu. Ders sırasında soru soramaz ve konuşamazdı. Bu, gerçeğe ulaşmanın şartlarından biri olarak kabul edilirdi. Plutarkhos, dinleme sanatı üzerine olan kitabında (“Peri Tou Akouein”), okula başlamanın ardından, tüm yetişkinlik yaşamımız boyunca “logos”u dinlemeyi öğrenmemiz gerektiğini söyler. Ancak bu şekilde neyin doğru, neyin aldatıcı olduğunu, neyin retorik, neyin gerçek ve retorikçilerin söyleminde neyin yanlış olduğunu söyleyebileceğimiz için, dinleme sanatına hayati bir önem atfeder. Dinleme, sizin ustalarınızın denetimi altında olmadığınız, ama “logos”u dinlemek zorunda olduğunuz gerçeğiyle bağlantılıdır. Derste sessizliğinizi korursunuz. Anlatılanlar hakkında sonradan düşünürsünüz. Ustanın, öğreticinin sesini ve içinizdeki aklın sesini dinlersiniz. Buradaki en dikkat çekici ayrıntı, dinlemenin, muhataba yönelik bir eylem olmamasıdır. Dinleyen, yaratıcı aklı dinlemektedir. Bu yüzden edilgen değil, yaratıcıdır. Bizdeki “Söyleyenden dinleyen arif gerektir.” anlayışı, biraz da bu kadim hikmetin tezahürüdür.
Dinlemek, bir başka insanı keşfetmeye hazır olmak demektir. Bütün varlığımla bütün dikkatimle ona yönelirim, vücudumu ona yönlendiririm, onun gözlerinin içine bakarım ve onun söylediklerini anlama çabasıyla dinlerim. İşte bu gerçek dinlemedir. Yoksa benim kafamdakileri ona boca etmek üzere sıramı bekliyorsam, lafı ağzına tıkamak, onu haksız düşürmeye çalışmak niyetiyle kafamda bir strateji varsa bunun adına dinleme denemez. Orda karşımızdaki insana bir şey ispat etmeye çalışıyoruz demektir.Ritim davranışlarımızın düzenlenmesinde temel bir unsurdur ve dinleyebilmek için de bu ritme sahip olmamız gerekir. İletişim, bu ritmin icracısı olarak muhatapların girift ortak hareketlerle katıldığı bir dans olmakla kalmaz, aynı zamanda ritmi de oluşturan bir ortak eylemdir. Yani, uyuma iştirak ederek dinler ve dinledikçe kendimiz için yeni bir bütünsel uyum anlayışı yaratırız.
Dinlemek, muhatabıma içimde bir yer açmamdır. Ona dair dikkatim şöyle bir mesaj verir: ‘Sen dinlenilmeye lâyık bir insansın, seni gönlüme misafir edebilirim’.
Bir insanı dinlerseniz, onun ruhunun sizin ruhunuza dokunmasının yaratacağı mucizelere açıksınız demektir. Yaşayan ruhun mucizesi. O yüzden her insanın bizim ruhumuzu mucizeye açmasına, hayatın canlılığını içimizde uyandırmasına izin vermek lazım. İnanın bana hikâyesine kulak kesildiğiniz hiç kimse sizi boş çevirmez, hikâyelerini gönül rızasıyla dinlediğinizi hissettirdiğiniz hiç kimse sizi hediyesiz bırakmaz ve size hayatınızda düstur olacak bir şeyler anlatır.Dinlemek ‘Seninle beraberim, her söylediğine katılmak zorunda değilim, seninle aynı düşüncede olmak zorunda değilim ama değerlisin benim için ve seni dinlemeye layık görüyorum.’ demektir.
Can kulağıyla dinlemek deyimi, ‘ruhun kulağıyla dinlemek’ ifadesi ne kadar anlamlı…
İlginçtir; Çincede dinlemek fiilini temsil eden ideogram “kulak, göz, dikkat ve kalp” sembollerinin hepsini birden içerir. Dinlemek kulakla, gözle, kalple ve fasılasız bir dikkatle yapılan bir eylemdir kadim Çin hikmetine göre.
Hepimiz hikâye anlatmak isteriz, paylaştıkça rahatlarız. İnsan, anlatan, hikâye eden bir varlıktır,ama bir muhatap bulmamız lazım, bir kulak, bir can bulmamız lazım. Calvino, “Anlatıya yön veren şey ses değil, kulaktır.” diyor.
Yıllar önce George Berkeley’e isnad edilen bilmecemsi bir soru okumuştum: “Bir ağaç ormanda büyük bir gürültüyle yıkılıyor fakat orman o kadar ıssız ki bunu kimse duymuyor. Bu ağaç yıkılırken bir ses yapmış mıdır?” Berkeley bu örnekten hareketle “esse est percipi” der, “var olmak algılanmaktır.”
Bizi işitecek bir kulak, bizi görecek bir göz, bizi fark edecek bir can olmadığı zaman varlığımız teyit edilmez. Boşluğa konuşmak bizi teskin etmez. Mesela ilginç bir hikâye vardır; Tom Hanks’in oynadığı Cast Away filminde, ıssız bir adaya düşen kazazede çıldıracak gibi olduğunda bir Hindistan cevizini kendine arkadaş edinir ve onunla konuşur. İnsanlar mutlaka, karşılarında kendilerini anlatacakları bir varlığı arar.
Dinlemek bir sanattır çünkü susabilmeyi gerektirir. Günümüzde susmak ta sanattır. Dinleyen insan muhatabından yeni şeyler öğrenmeye ve onun var oluşuyla ilgili yeni şeyler keşfetmeye açık olan insandır. Dinlediğimiz zaman muhatabımızla bir bağ kurmuş oluruz. Bir söz var :’Istıraplarını dinlediğiniz hiç kimseye ebediyen düşman olamazsınız’. Acılarını, üzüntülerini, hayal kırıklarını, yeislerini dinlediğiniz birine nasıl düşmanlık edebilirsiniz? “Ortada dinleyen kimse yoksa/Tarlakuşu kadar tatlı öter karga.” der Shakespeare Venedik Taciri’nde. Bu yüzden dinleme anlatanı da kendine çağıran ve onu rikkat sahibi, ayık kılan bir eylemdir. Lenin’le ilgili bir tanımlama yapılır : ’O kadar iyi dinlerdi ki dinlemesiyle karşısındakini yorardı’.
Bir masada oturuyoruz, aramızda kırmızı bir elma var. İkimiz aynı şeyi görüyor ancak farklı şeyler düşünüyor ve hissediyoruz. Elmanın ikimizin geçmişinde yeri farklı. Elmanın zihnimizdeki temsili birbirinden farklı. O yüzden aynı şeyleri görsek dahi anlaşmak için konuşmamız lazım. Konuşalım ama birbirimizin sözünü kesmeden. Cümleye başlayan kişi onu bitiren kişi olmalı. Pek çok kavga ‘dinleme sanatı’na sahip olmadığımızdan. Savunmacı olmayan, dikkatli dinleyiciler duygularımızın ve bazen sevimsiz tarafımızın ortaya çıkmasına izin verir. Söylediklerimiz doğru olmasa bile duygularımız gerçektir. Kendimizi gizliden gizliye suçladığımız şeylere tepki veririz en çok. Başkalarında tahammül edemediğimiz şey, çoğu zaman, kendimizde tahammül edemediğimiz şeydir. Hemen savunmaya geçmek yerine dikkatlice dinleyelim ve muhatabımıza onun söylediklerinden ne anladığımızı ifade edelim. Başka insanların duygularına saygı duymayı öğrenmek, kendi duygularımıza karşı müşfik olmayı da öğrenmektir.
Günümüzde iletişim kazaları sıklıkla başımıza geliyor. Söylenen ve algılanan arasında da bir mesafe var. Bazen en uzak mesafe iki insan arasındadır. Onun ağzı ile sizin kulağınız, onun kalbiyle sizin kalbiniz arasında kapanmaz bir uçurum söz konusudur. Ağzımızdan çıkan şey bazen söylemeyi murat ettiğimiz şey olmayabiliyor. Mevlana ‘ne söylersen söyle anlattıkların karşındakinin anladığı kadardır’ der. Onun seni nereye koyduğu, seni nasıl çerçevelediği veya senin söz denizine daldırdığı tasının ne kadar büyük olduğu, söylediğinden ne anladığını belirler. Ağızdan çıkan şeyle diğer kulağa ve o kulaktan beyne giden uyaran aynı şey olmamış olabilir. Ben bir şey kastettiğimi düşünürüm, karşımdaki insan kendi kişisel tarihinden bir süzgeç yapar, kendi incinebilirliklerinden, kendi üzüntülerinden, kederlerinden, yaşanmışlıklarından, geçmişinden bir filtre yapar ve o filtreden süzerek algılar sözlerimi. “Her sözüm dinleyen özüm seçemez/Sırat köprüsünden ince sözlüyüm” diyor Aşık Seyrani.
s.k