Yol şarkıları

Yol şarkıları,insanın uzun seyahatler sırasında dinlediği şarkılar değildir her zaman.
Bazen de yol şarkıları,insanın kendi kendine,kendi haliyle başbaşa olduğu anlarda,kendi iç dünyasında çıktığı huzurlu bir yolculuğa da eşlik eder kimi zaman.
İnsanın zihninde olanla,gönlünde olanı,bir tatil gününde bile,bir tebessüm eşliğinde,ruhuyla buluşturan,keyifli melodilerdir onlar.
Tıpkı,kitap okurken,film seyrederken elimizi attığımız,bizi anlık mutlu eden,keyiflendiren,hafif atıştırmalık çerez gibidirler..

Bu eser,The America grubunun,yıllar yıllar önce grammy,ikili ve grupla yapılmış en iyi pop vokal performansı ödülü’ne sahip bir eserdir.

Dinlemeye övgü

Yıllar yıllar önce,bir seminerde söylenmiş şöyle bir söz,ajanda notlarımın arasına girmiş.”Derin bir değişimin en basit yollarından biri, daha az güçlülerin dinledikleri kadar çok konuşmaları, daha fazla güçlülerin ise,konuştukları kadar çok dinlemeleridir’ Not aldığıma göre,nasıl da etkilenmişim bu sözden.Artık önemini yitiren iş ajandamın notları arasından çıkan bu söz,taa yıllar öncesinden,dinlemenin nasıl bir erdem olduğunu ve önemini her zaman yitirmeden koruduğunu  adeta haykırıyor gibi.

İnsanlar bilfiil birbirleriyle konuştuklarında, insan iletişimi malumata indirgenemez bir şeye dönüşür. Söz konuşanla dinleyen arasında bir ilişkiyi sadece kapsamaz, bizatihi bu ilişkinin kendisidir o anda. Zaten dinlemek daima, şimdiyi zihinle yaratmaktır. Konuşurken birlikte olmamız gereklidir, konuşanın ve dinleyenin şimdi ve burada olması, birbirlerinin yüzüne bakabilmeleri  icap eder.
Dinlemek şimdi ve burada olan iki kişinin arasındaki mesafeyi kapatmaktır. İki ayrı insanız, o halde bu mesafeyi neyle kapatırız? Karşımdaki bir şey anlatırken ben onu dinleyerek aramızdaki mesafeyi empatiyle kapatmış olurum. İnsan ve insan arasındaki uçurum, dinlemenin kanatlarıyla kapanır.  Onun gibi olmanın ne demek olduğunu hayal ederek, onunla hemhâl olarak kapatırım o açıklığı.  Onu değiştirmeye çalışmadan, onun hakkında hüküm vermeye çalışmadan, onu belli bir kalıba hapsetmeden… İşte o zaman yapılan eylemin ismi ‘dinleme sanatı’ oluyor. Dinlemenin önündeki en büyük engellerden biri, söylenenin zaten bilinen bir şey olduğuna dair hatalı bir ön kabuldür.

Hem kendimizi,hem de başkasını, konuştuğumuz kadar susup dinlersek daha iyi anlayabiliriz. Sözün tesir gücü onun güzelliğinde değil, muhatabının ona kalbini açmasındadır. Sıradan bir söz dahi, onu almaya hazır bir kalpte fırtınalar estirir.

Günümüzde çok konuşuyor ama daha az dinliyoruz. Herkes konuşmak istiyor ama kimse dinlemek istemiyor. Herkes kendi avazının gök kubbeyi dolaşmasını diliyor, kendi hikâyesini dillendirmek istiyor ama bir başkasının hikâyesini dinlemeye gönülsüz. Bir sohbeti, biz konuştuğumuz zaman gerçekleşmiş zannediyoruz. Oysa dinlemek, bir tepki değil bir bağlantıdır. Bir sohbeti veya hikâyeyi dinlerken, karşılık vermekten ziyade ona katılırız, ortak bir eylemin parçası haline geliriz. Hakiki bir sohbet, masada bulunan herkesin kendini ifade edebilecek bir zemin bulabildiği, karşılıklı anlaşma duygusuyla oradan ayrılabildiği bir sohbettir. Dikkatle dinleyen kişinin ödülü, kendini de daha iyi anlamış olarak oradan ayrılmaktır. Ama hep ben konuşur ve  karşımdaki insanı adeta kendi sözlerimle boğarsam, bu artık  sohbet değil monologdur. Bazen restoranlarda rastlıyorum; bir kişi karşısındaki insanı esir almış, istisnasız uzun süreler boyunca monolog halinde konuşuyor.  Psikoloji bilimi bunlara ‘konuşma narsistleri’ diyor. Konuşma narsisti, kendi sesine hayran olan, dinlemeye razı olmayan kişidir. Kendi sözünün iğvasıyla baştan çıkar bu insanlar, oradaki aksinde boğulur. Kendilerini dinlemeye doyamayan vaizler.

Dinlemek her türlü hayrın başıdır. Bir insanı dinleyerek anlarsınız, dinleyerek uzlaşırsınız, dinleyerek bağ kurarsınız, dinleyerek yeni bir şey öğrenip keşfedersiniz. Halk arasında da yaygın bir ifade kullanılır: ‘Allah insana iki kulak bir ağız vermiştir, iki işitip bir söylesin diye’. Bizler muhatabımızı ne kadar iyi dinlersek onu o kadar iyi anlamış ve ona iyi mukabele ederek gönlümüze doğru bir yere yerleştirmiş oluruz. ‘Sadece birbirinizi anladığınızda aynı fikirde olmayabilirsiniz’ demiş Donald Davidson. Bırakın anlamayı, pek çoğumuz karşımızdakini üç cümle dinlemeden, tamamen ayrı fikirlerde olduğumuzdan emin gibiyiz. Örneğin bir konferansı dinlerken aniden aklımıza bir soru geliyor ve  bir an önce konuşmacıya sorma ihtiyacına kapılıyoruz ya da muhatabımız anlatırken bir şey kafamıza takılıyor ve ‘bunu hemen şimdi söylemem lazım’ diyerek lafını kesiyoruz. İşte böyle durumlarda dinlemeyi bırakırız, çünkü kendimizle meşguliyetimiz artar. Gerçek bir dinleme kafamdaki bütün önyargıları, ön kabulleri, peşin hükümleri bir kenara bırakmakla olur. Mevlâna’nın bir sözü var: ‘Haydi ben bensiz geleyim, sen de sensiz gel’. Ön yargısız bir buluşma için muhteşem bir reçete. Gerçek bir sohbet böyle olur. Kafamdakileri bir kenara bırakıp, bütün bir kalp açıklığıyla senin yanına geleceğim ve senin öğretmeni bekleyeceğim. Bir bilgenin sözüyle ifade edersek: ’Ağzı açık olan adam bir şey öğrenmez’.

Buna en bilinen örnek, bizim tekke kültürümüzde de yansımasını bulan Pisagorasçı eğitim üslubudur. Yıllar önce bir kitapta okuduğum Pisagorasçılara göre, benliğin efendisi olmanın yollarından biri de, sükûtu ve dinleme sanatını öğrenmekti. “Logos”u dinlemek denirdi buna.(bir dönem sufiliği merak etmiştim de) Pythagorasçı kültürde, pedagojik kural uyarınca öğrencinin beş yıl boyunca sessizliğini koruması gerekiyordu. Ders sırasında soru soramaz ve  konuşamazdı. Bu, gerçeğe ulaşmanın şartlarından biri olarak kabul edilirdi. Plutarkhos, dinleme sanatı üzerine olan kitabında (“Peri Tou Akouein”), okula başlamanın ardından, tüm yetişkinlik yaşamımız boyunca “logos”u dinlemeyi öğrenmemiz gerektiğini söyler. Ancak bu şekilde neyin doğru, neyin aldatıcı olduğunu, neyin retorik, neyin gerçek ve retorikçilerin söyleminde neyin yanlış olduğunu söyleyebileceğimiz için, dinleme sanatına hayati bir önem atfeder. Dinleme, sizin ustalarınızın denetimi altında olmadığınız, ama “logos”u dinlemek zorunda olduğunuz gerçeğiyle bağlantılıdır. Derste sessizliğinizi korursunuz. Anlatılanlar hakkında sonradan düşünürsünüz. Ustanın, öğreticinin sesini ve içinizdeki aklın sesini dinlersiniz. Buradaki en dikkat çekici ayrıntı, dinlemenin, muhataba yönelik bir eylem olmamasıdır. Dinleyen, yaratıcı aklı dinlemektedir. Bu yüzden edilgen değil, yaratıcıdır. Bizdeki “Söyleyenden dinleyen arif gerektir.” anlayışı, biraz da bu kadim hikmetin tezahürüdür.

Dinlemek, bir başka insanı keşfetmeye hazır olmak demektir.  Bütün varlığımla bütün dikkatimle ona yönelirim, vücudumu ona yönlendiririm, onun gözlerinin içine bakarım ve onun söylediklerini anlama çabasıyla dinlerim. İşte bu gerçek dinlemedir. Yoksa benim kafamdakileri ona boca etmek üzere sıramı bekliyorsam, lafı ağzına tıkamak, onu haksız düşürmeye çalışmak niyetiyle kafamda bir strateji varsa bunun adına dinleme denemez. Orda karşımızdaki insana bir şey ispat etmeye çalışıyoruz demektir.Ritim davranışlarımızın düzenlenmesinde temel bir unsurdur ve dinleyebilmek için de bu ritme sahip olmamız gerekir. İletişim, bu ritmin icracısı olarak muhatapların girift ortak hareketlerle katıldığı bir dans olmakla kalmaz, aynı zamanda ritmi de oluşturan bir ortak eylemdir. Yani, uyuma iştirak ederek dinler ve dinledikçe kendimiz için yeni bir bütünsel uyum anlayışı yaratırız.

Dinlemek, muhatabıma içimde bir yer açmamdır. Ona dair dikkatim şöyle bir mesaj verir: ‘Sen dinlenilmeye lâyık bir insansın, seni gönlüme misafir edebilirim’.

Bir insanı dinlerseniz, onun ruhunun sizin ruhunuza dokunmasının yaratacağı mucizelere açıksınız demektir. Yaşayan ruhun mucizesi. O yüzden her insanın bizim ruhumuzu mucizeye açmasına, hayatın canlılığını içimizde uyandırmasına izin vermek lazım. İnanın bana hikâyesine kulak kesildiğiniz hiç kimse sizi boş çevirmez, hikâyelerini gönül rızasıyla dinlediğinizi hissettirdiğiniz hiç kimse sizi hediyesiz bırakmaz ve size hayatınızda düstur olacak bir şeyler anlatır.Dinlemek ‘Seninle beraberim, her söylediğine katılmak zorunda değilim, seninle aynı düşüncede olmak zorunda değilim ama değerlisin benim için ve seni dinlemeye layık görüyorum.’ demektir.

Can kulağıyla dinlemek deyimi, ‘ruhun kulağıyla dinlemek’ ifadesi ne kadar anlamlı…

İlginçtir; Çincede dinlemek fiilini temsil eden ideogram “kulak, göz, dikkat ve kalp” sembollerinin hepsini birden içerir. Dinlemek kulakla, gözle, kalple ve fasılasız bir dikkatle yapılan bir eylemdir kadim Çin hikmetine göre.

Hepimiz hikâye anlatmak isteriz, paylaştıkça rahatlarız. İnsan, anlatan, hikâye eden bir varlıktır,ama bir muhatap bulmamız lazım, bir kulak, bir can bulmamız lazım. Calvino, “Anlatıya yön veren şey ses değil, kulaktır.” diyor.

Yıllar önce George Berkeley’e isnad edilen bilmecemsi bir soru okumuştum: “Bir ağaç ormanda büyük bir gürültüyle yıkılıyor fakat orman o kadar ıssız ki bunu kimse duymuyor. Bu ağaç yıkılırken bir ses yapmış mıdır?” Berkeley bu örnekten hareketle “esse est percipi” der, “var olmak algılanmaktır.”

Bizi işitecek bir kulak, bizi görecek bir göz, bizi fark edecek bir can olmadığı zaman varlığımız teyit edilmez. Boşluğa konuşmak bizi teskin etmez. Mesela ilginç bir hikâye vardır; Tom Hanks’in oynadığı Cast Away filminde, ıssız bir adaya düşen kazazede çıldıracak gibi olduğunda bir Hindistan cevizini kendine arkadaş edinir ve onunla konuşur. İnsanlar mutlaka, karşılarında kendilerini anlatacakları bir varlığı arar.

Dinlemek bir sanattır çünkü susabilmeyi gerektirir. Günümüzde susmak ta sanattır. Dinleyen insan muhatabından yeni şeyler öğrenmeye ve onun var oluşuyla ilgili yeni şeyler keşfetmeye açık olan insandır. Dinlediğimiz zaman muhatabımızla bir bağ kurmuş oluruz. Bir söz var :’Istıraplarını dinlediğiniz hiç kimseye ebediyen düşman olamazsınız’. Acılarını, üzüntülerini, hayal kırıklarını, yeislerini dinlediğiniz birine nasıl düşmanlık edebilirsiniz? “Ortada dinleyen kimse yoksa/Tarlakuşu kadar tatlı öter karga.” der Shakespeare Venedik Taciri’nde. Bu yüzden dinleme anlatanı da kendine çağıran ve  onu rikkat sahibi, ayık kılan bir eylemdir. Lenin’le ilgili bir tanımlama yapılır : ’O kadar iyi dinlerdi ki dinlemesiyle karşısındakini yorardı’.

Bir masada oturuyoruz, aramızda kırmızı bir elma var. İkimiz aynı şeyi görüyor ancak farklı şeyler düşünüyor ve hissediyoruz. Elmanın ikimizin geçmişinde yeri farklı. Elmanın zihnimizdeki temsili birbirinden farklı. O yüzden aynı şeyleri görsek dahi anlaşmak için konuşmamız lazım. Konuşalım ama birbirimizin sözünü kesmeden. Cümleye başlayan kişi onu bitiren kişi olmalı. Pek çok kavga ‘dinleme sanatı’na sahip olmadığımızdan. Savunmacı olmayan, dikkatli dinleyiciler duygularımızın ve bazen sevimsiz tarafımızın ortaya çıkmasına izin verir.  Söylediklerimiz doğru olmasa bile duygularımız gerçektir. Kendimizi gizliden gizliye suçladığımız şeylere tepki veririz en çok. Başkalarında tahammül edemediğimiz şey, çoğu zaman, kendimizde tahammül edemediğimiz şeydir. Hemen savunmaya geçmek yerine dikkatlice dinleyelim ve muhatabımıza onun söylediklerinden ne anladığımızı ifade edelim. Başka insanların duygularına saygı duymayı öğrenmek, kendi duygularımıza karşı müşfik olmayı da öğrenmektir.

Günümüzde iletişim kazaları sıklıkla başımıza geliyor. Söylenen ve algılanan arasında da bir mesafe var. Bazen en uzak mesafe iki insan arasındadır. Onun ağzı ile sizin kulağınız, onun kalbiyle sizin kalbiniz arasında kapanmaz bir uçurum söz konusudur. Ağzımızdan çıkan şey bazen söylemeyi murat ettiğimiz şey olmayabiliyor. Mevlana ‘ne söylersen söyle anlattıkların karşındakinin anladığı kadardır’ der. Onun seni nereye koyduğu, seni nasıl çerçevelediği veya senin söz denizine daldırdığı tasının ne kadar büyük olduğu, söylediğinden ne anladığını belirler. Ağızdan çıkan şeyle diğer kulağa ve o kulaktan beyne giden uyaran aynı şey olmamış olabilir. Ben bir şey kastettiğimi düşünürüm, karşımdaki insan kendi kişisel tarihinden bir süzgeç yapar, kendi incinebilirliklerinden, kendi üzüntülerinden, kederlerinden, yaşanmışlıklarından, geçmişinden bir filtre yapar ve o filtreden süzerek algılar sözlerimi. “Her sözüm dinleyen özüm seçemez/Sırat köprüsünden ince sözlüyüm” diyor Aşık Seyrani.

s.k

 

Sürgün..

Nazan Bekiroğlu”Yaşam,düşmemek için kıyısına tutunduğumuz bir sürgün yeri !”Diyor..derinliği olan bir söz bu.

Birçok sanat dalına,edebiyata kadar dahi girmiş bir konu.Hepimizin bildiği gibi sürgün edebiyatının tarihi çok eskilere dayanır. İnsanlığın düşünce tarihiyle eşmiş gibi geliyor bana. Dünya’nın ve Ülkemizin de gelmiş geçmiş en büyük yazarları, şairleri en ünlü eserlerini sürgündeyken verdiler. Bu nedenle de edebiyat açısından doğurgandır sürgün yaşamı.

Sürgün,İnsanın, doğduğu yer ile bağlarının,geri dönüşü belirsiz bir süre için dondurulmasıdır diyor sözlük.İnsanın içinde doğdup büyüdüğü toplumdan , geçmişinden, çoğu zaman da alışkanlıklarından soyutlanmasıdır diye de ekliyor.

Doğru olmakla birlikte,sürmekte olan mevcut hayatlarımızda da,farklı açılardan sürgünler yaşamaktayız.Bekiroğlu’nun da sözünü ettiği şey tam da bu türden.

Her insanın yaşamda iki dünyası var.Biri,kendini bulduğu,her yönüyle ait olduğu bir dünya,diğeriyse şartların,onu yaşamak zorunda bıraktığı bir dünya.
Koca bir hayatın içinden geçerek yaşıyoruz,içimizden de bir sürü hayat geçip gidiyor.Ve biz,içimizden geçen hayatlardan birinin kıyısına tutunup tüketiyoruz ömrümüzü.

Bazen de korkularımızdandır, kimi hayatların içinden geçemeyişimiz ve sıradan bir hayatın kıyısına tutunup,oradan oraya sürüklenişimiz. İçimize dert olur bu korkularımız, içimize oturur yaşayamadıklarımız. Ve türkülere, hüzünlü dizelere, ağlatan filmlere sığınmak kalır bize. Bir de “Yazsam roman olur” der dururuz. Oysa kıyısına tutunduğumuz hayat ne yazmaya bırakır bizi ne de yaşamaya başka bir hayatı.

Kıyısına tutunduğumuz hayat ya da kıyısına sürüldüğümüz hayat,çoğu kez içimizden geçen ve içinden geçmek için can attığımız hayat değildir.
Aslında roman olacak olanlar,yaşadıklarımız değil,yaşayamadıklarımızdır.
Kıyısına tutunduğumuz hayat,roman olamayacak kadar sıradan ve sığdır aslında,yaşayamadıklarımızın yanında..
Oysa içinden geçmek, içinde çoğalarak yaşamak istediğimiz ve yaşayamadığımız hayat yazılsa roman olur bence.
Çünkü vadileri derin, düzlükleri sonsuz ve dağları yücedir o hayatın. Gökyüzü daha geniş ve daha mavidir.

İyiliklerin,güzelliklerin,bizi biz yapan,bizi tamamlayan,hayatı anlamlı kılan her ne varsa,işte o hayatın içindedir.
O hayat,bizim ait olduğumuz,yaşamak için hep hayal kurduğumuz bir dünya.
Diğeri,yaşamak zorunda bırakılarak,kıyısına tutunduğumuz bir dünya.
Bir anlamda,ait olduğumuz dünyadan uzakta yaşamaya sürgün edildiğimiz dünya
Bu dünya,yaşamak zorunda bırakılmış olsak da,gerçekte bizim evimiz değil.Bizim evimiz,ait olduğumuzu bildiğimiz diğer dünya.
Bu nedenle,ait olduğumuzu bildiğimiz dünyadan uzakta geçirdiğimiz her ne varsa,sürgünde yaşadıklarımızdır.
Ve bu sürgünde yaşarken katettiğimiz her mesafe,aslında arzu ettiğimiz,hayalini kurduğumuz,bir anlamda bizim eve dönüş yolculuğumuzdur,o eve hiç varamayacak olsak da…
Çünkü,insan hep ait olduğu yeri özler,ona ulaşma umudu ve çabası hiç bitmez.
Ve bu yolculukta,deneyimleyerek yaşadığımız her ne varsa,bizi,yani insanı da her yönüyle şekillendiren,inşa eden bir süreçtir.

“Her yalnızlık içinde bir kalabalık taşır.”. demiş şair.Doğrudur; özlenen, düşlenen, düşlerde yaşanan bir kalabalıktır bu. Issızlığımıza uğramaz, ıssızlığımızı şenlendirmez ancak bu kalabalıklar.’Sade” bir kalabalıktır,umutlarla sarıp sarmaladığımız.

Goethe’nin çok güzel bir sözü var; ‘Geminin denizde fazla sarsılmadan ilerlemesi için biraz yüklü olması gerekir’
Yani kederli insan dengelidir. Acını, hüznünü sev. Seni ayakta tutan odur.
Yoksa tüy gibi olursun, her rüzgar seni keyfine göre savurur. Yazık olur sana.!
Sanırım bize düşen de,kıyısına tutunduğumuz hayata,yine de umutlarımızı yitirmeden sarılmak.
”Hayatın trajedisi ölüm değil, yaşarken ölmesine izin verdiğimiz şeylerdir”diyor Norman Cousins..
Elbette,içimizdeki tüm güzel duyguların ölmesine de izin vermeyerek..

s.k

Pandemiden uzak bir karalama..

“En zor bulunan sır,genellikle gözümüzün önünde durur. Onu görmek için ihtiyacınız olan kendinizi geliştirmektir.”diyor bir düşünür.

Simyacılar uzun yıllar altın yapmak için uğraşıp durmuşlardır. Ancak anlıyoruz ki yıllarca boş yere çaba göstermişler. Bilim insanları altın elementinin oluşması için gereken enerjinin,ancak iki süper novanın çarpışması ile ortaya çıkabileceğini söylüyor. Enerji kaynağımız olan güneşimiz, Hidrojeni nükleer füzyon reaksiyonları ile Helyuma çevirebiliyor. Süpernovaya dönüşmek için de kütlesi yetersiz. Yani güneş sistemimizde altın üretmenin bir yolu bulunmuyor.

Simyacılar pek çok keşif yapmış. Bunlardan birisi Sülfirik Asit. Diğer adı ile vitriol. Vitriol öylesine bir kelime değil. Bir kısaltma. Latince “visita interiora tellus rectifacando invenies occultum lapidem” cümlesinin baş harflerinden oluşan bir kelime. “Dünyanın derinliklerini (içini) ziyaret et, damıtırken (arıtırken) gizli taşı (felsefe taşı’nı) bulacaksın.” İlk başta bir simya işlevi tarifi gibi görünse de,aslında o dönemin kişisel gelişim sembolizması denilebilir. Çünkü simyacıların altın konusundaki bitmez tükenmez gibi görülen çabalarının altında, felsefe üzerine de kafa yormuş olduklarını biliyoruz. Bu bağlamda, “her ne arıyorsan uzaklara değil, kendi içine bak, onun için her ne arıyorsan, orada bulacaksın aradığını” anlamındadır.

O dönemlerde bilgi o kadar değerlidir ki,(şimdilerde de olduğu gibi)ona sahip olabilmek çok önemlidir. Simyacılar Altını üretmenin yolunu bulamamış olsalar da, kendilerini geliştirmenin ve felsefe ile benliklerini yüceltmenin yolunu bulmuşlardır. İşin tuhaf yanı, bu yolculuk bitmek bilmez. Hatta insanoğlu “gerçeği” nesiller boyu arayıp durur.

Aslında uygarlığın gelişmesi de,nesiller boyu edinilen bilginin üst üste konulması ve aktarılması ile mümkün olmuştur. En azından, artık kıtalar arası yolculuk yapmak için gemi ya da uçak icat etmemiz gerekmiyor. Bizden önce bunu yapmış olan insanların mirasları sayesinde bir bilet almak yetiyor. Hani klişe bir laf vardır “bilgi paylaşa, paylaşa büyür” diye. Son derece doğrudur. Sorun, günümüzde bu bilgi mirasının kolayca ulaşılabilir olmasına karşın, tüm insanlığın halen bu bilgiye erişmesi ve ondan yararlanabilmesi, üzerine yeni bilgiler eklemesi için engellerin bulunmasındadır.

Eğitim, bu bilgiyi nerede bulabileceğimizi, onu nasıl kullanabileceğimizi ve bilginin doğruluğunu sorgulamayı öğretmelidir. Bilgiyi geliştirmenin ve gerçeği bulmanın önünde duran dogmalar,ancak bu şekilde engel olmaktan çıkabilecektir.

Bu olmazsa;

Yüzlerce üniversiteye sahip olmak,milyonlarca insanı da üniversitelerden mezun etmek,tek başına her zaman işe yaramıyor maalesef.

Cehalet sizin bir kalıba girip, orada mutlu (?) yaşamanızı sağlayabilir. Ancak, uygarlığın bilgi birikiminden uzaklaşmak, bizi sadece vahşi hayvanların seviyesine geriletir.

Kendini tanımak için bilgi birikimi önemli ve gereklidir, ancak yeterli değildir. Hatta Vitriol’ün ifade ettiği gibi “içinize bakmak” da aradığınızı bulmanıza yetmeyebilir. Aradığınız, orada olmalıdır. Ya da ne aradığınızı bilmeniz lazımdır. Ne aradığını bilmeden, onu bulduğunuzda aradığınızın o olduğunun nasıl farkına varabilirsiniz?

Gerçeği arayın ve bunun için gerekli donanımları da hayatınız boyunca edinin. Belki, bir gün onu bulamasanız bile bıraktığınız yerden meşaleyi devralan bir başka insan onu bulabilir.

Biat edici değil,sorgulayıcı pozitif akıl ancak insanı medeniyetin beşiğinde yolculuğa çıkaracaktır.Bu hep böyle olmuştur.

İnsanlığınızı,insani değerlerinizi yitirmeden.

Ortak aklı ve etik değerlerinizi de yitirmeden ama…

s.k

 

Pia..

Pia nedir, kimdir? Biliyor musunuz?
Attila İlhan bir gün Kadıköy rıhtımda otururken, yabancı plakalı bir nakliye aracı görür. Nakliye aracının üstünde, ” Pakistan İnternational Airlines ” yazıyordur.
Usta bu nakliye aracını hayalindeki kadına benzetir. O beklenen kadını belki görmüştür ama,bu araç gibi hızla yanından geçip gitmiş, farkında olmamıştır.
Belki yabancı bir ülkededir. Hiç tanımaz onu. o kadının elini tutmak için neyini vermezdi ki? Nakliye aracının üstündeki yazının baş harflerinin birleştirerek
‘pia’ ismini oluşturur.Bir gün pia sorulur usta’ya: kimdir bu pia: ” belki de o kadın aslında pia. O hiç olmayan kadın. aklımda kalanlar, imkânsız aşkların kadını.
Yaşanmış aşklar kalmıyor. bitiriyorsunuz karşılıklı. Hatırlanan, askıda kalmış aşklar. ama pia aşkı; yaşanmışlık olmadığı için, hiç bitmiyor.
Herkesin böyle bir hikâyesi ve pia’sı vardır.Usta böyle anlatıyor..

PİA
ne olur kim olduğunu bilsem pia’nın
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam
ne olur sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia’yı görseler
bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldız basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
singapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
ne olur sabaha karşı rıhtımda
seslendiğini duysam pia’nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük
üşümüş ürpermiş soluk
ellerini tutabilsem pia’nın
ölsem eksiksiz ölürdüm
AttilaİLHAN

Çemberimde Gül Oya

Nasıl bir şey bu biliyor musun? Hani karanlık bir gecede, ıssız bir yokuşu tek başına inerken, bir köşeye dönersin de deniz çıkar ya karşına…
Sonra o denizde bir gemi belirir. Şıkır şıkır ışıklarla geçip gider, sen sevinirsin. Hiç nedensiz ama. Sonra için kıpırdar ya, hani öyle işte…
Seni tanıdığımdan beri bir gemi geçiyor içimden. Hep ama…

Çemberimde Gül Oya

Ne ekersen, onu biçersin..

“Ne ekersen, onu biçersin” ne kadar yanlış anlaşıldı.
Ektiğiniz tohum, tohum olarak mı kalıyor da; yaptığınız ufacık şey dev olup sizi ezince şaşırıyorsunuz?
Ufacık hatalar, ufacık tohumlardır. özellikle hata tohumları arsızdır. her türlü toprakta, güneşsiz ve susuz büyüyebilirler.
Kısa zamanda derin kökleri ve kocaman dalları olur. bu yüzden, önemsiz ufacık hatalar dediğiniz ve görmezden geldiğiniz şeyler,daha büyük sorunlara dönüşürler.
Her şey büyür. genişler. ufacık bir gülümseme bu yüzden önemli…
Kelimeler de büyür. tek kelime aşk sebebi. tek kelime cinayet sebebi. bu yüzden ağzınızdan çıkandan, bardağı koyduğunuz masaya kadar her şeyinize çok dikkat etmelisiniz. ki, oradaki tohum büyür,ağacı içinizden sizi parçalayarak çıkar.
… bu, hayat boyu sorduğunuz; “neden bu başıma geldi ki, ben ne yaptım?” sorularınızın açıklamasıdır.
Joseph Erdem

Çocuklarınıza Öğretmelisiniz ..

“Kimseye kendilerini sevdiremeyeceklerini”
“Ancak kendilerini sevilebilecek biri yapabileceklerini…”
“İnsanların emeklerinin satın alınabileceğini,”
“Kalplerinin ve akıllarının kazanılabileceğini…”
“Kalp yaralarının bir anda açılabileceğini”
“Kapanmasının yıllar sürebileceğini,”
“Affetmeyi,Affederek Ve Öğreterek.öğrenilebileceğini..”
“Zenginliğin; Hayatta çok şeye sahip olmak değil,”
“En az şeye ihtiyaç duymak olduğunu…”
“Aynı şeye bakan insanların, her birinin farklı şeyler gördüğünü“
“Önemli olanın, Neye baktığınız değil”,
“Ona nasıl baktığımız olduğunu …”
“Esnekliğin hayat,”Sertliğin ölüm olduğunu..”
“Gücün kaynağının ,para ve mevki değil”
“Gönül ve ilim olduğunu…”
“Kinin kalbe ağırlık olduğunu…”
“Hata karşısında özür dilemenin,” Gerçek büyüklük olduğunu…”
“İnsanın özünün sevgi olduğunu,”
“Ama nasıl göstereceklerini ve söyleyeceklerini bilmeyen çok seven insanların olduğunu..”
“Adaletin,Her şeyin olması gerektiği yerde bulunması olduğunu..”
“Öğret ve sende unutma…”
“Ölüm yaşlılığa yakıştırılır,”
” Ama herkes ölecek yaştadır.
-Bir Bilgenin Not defterinden-