Alcatraz Kuşçusu

Bir dostum bana ,hayat ”Alcatraz kuşçusu “ filmindeki Kuş ve Kuşçu olmak gibidir demişti.
Filmi,uzun yıllar önce birlikte seyretmiştik.Bazı kesitlerini yeniden hatırlamaya çalıştıkça,söylediği ile,konuştuklarımız arasındaki benzer yönleri düşününce
hak vermemek mümkün değildi.
Konusunun,gerçek yaşamdan alınarak perdeye aktarılan uzun metrajlı,siyah beyaz olan bu film,hapishanedeki bir mahkumun biyografisini anlatır.Filmin en
çarpıcı yanı ise,özgürlüğe ve sevgiye vurgu yapmasıdır.Hapishane ortamında, camına konan bir yaralı kuşu alıp tedavi eden ve onunla arkadaş olan adamın
hüzünlü hikayesidir.

“Hayatımıza,filmde olduğu gibi,böyle yaralı şekilde bir çok insan girip çıkar.Onlara elimizden geldiğince ilgi göserir,tedavi ederiz,sonra giderler. Sonra bir başkası gelir.
Gelene,sevgimizi verir,ilgilenir,iyileştiririz..sonra gider,sonra bir başkası gelir,sonra bir başkası daha…
Anladığım,onların yaratılışı gitmektir. Kuşçunun yaratılışı ise tedavi etmek.Bu arada alışır insan o kuşa,sever,bağ kurar.Ne kadar acıdır,bağlanılanın gitmesi.
Ama o hep gideceği günü beklemektedir aslında.
O uçmak için yaratılmıştır.
Diğeri yara sarmak için…
Kuş olmak böyle,
Kuşçu olmak da böyle birşey.

Biraz ruhumuzun yüceliği ile alakalıdır bu,biraz da kendimizde hissettiğimiz bir sorumluluk duygusundan.
Bu kendi seçimimiz belki değilse de,doğru yaptığımızı düşündüğümüz sürece de böylece devam edecek.

Uçsunlar…
Bazılarımız kuş,
Bazılarımız,hem kuş,hem kuşçu,
Bazılarımız ise hep kuşçu olacak.
Bize düşen de hep kuşçu kalmak oldu bu hayatta.
Yaşamın,bazı insanlara yüklediği bir görev bu.
Herkese değil.

Kimi zaman göklerde uçarken,kimi zaman kanatlarımız kırık,dostlarımızın kapısını çalacağız ve kapımızı açacağız yarasıyla gelenlere…
Bunu,sadece dost bir yüreğin yapacağı iş olarak göreceğiz,başka anlamlar yüklemeden,farklı bir yere konulmayı beklemeden.
“Ben insanları ruhumla severim” der Mevlana. “Akıl unutur, kalp kırılır”
Dostluk,bizim için dostu,ruhuyla sevebilmek değil midir zaten.

S.K

Günün sonbaharıdır akşam…

Altın kulelerden yine kuşlar

Tekrarını ömrün eder ilan.

(Ahmet Haşim)

Eğer mevsimlerden yaz ise önce kuşlardan alırız haberini akşamın.Telaşlı cıvıltılarını üzerimize dökerek binbir heyecan ve endişe içinde habire konar kalkarlar yuvalarının bulunduğu ağaçlara, saçaklara. Bazen çığlığı bazen ağlayışı andıran sesleriyle kim bilir neler söyler,neler niyaz ederler… Böcekler kuşların tedirginliğini abartılı bulurlar biraz; fakat onlar da kendilerini alamazlar bu telaştan, heyecandan. Mahcup bir ilahinin ürkek nağmelerini terennüm ediyor gibidirler,taşların, çiçeklerin, otların duldasında. Irmakların, dalgaların bile sesi değişir bu vakitlerde. Gün boyu gölgesinde misafir ağırlayan ağaçlar, rüzgârın ipekten saçlarını hisseder hissetmez yapraklarında, unutuverirler tüm yorgunluklarını. Son ile başlangıç arasında, ölümü ve yeniden dirilişi bir kez daha yaşatır akşam, gün boyu yürüyüp de kendine ulaşan herkese.

Güneş çekildi demin,

Doğdu bir renk akşamı.

(Necip Fazıl Kısakürek)

En ruhsuz şehirlerde bile akşamın rengi rahmetten bir örtüye dönüşür; caddelerin, çarşıların gürültüleri, sokak lambaları ve kocaman ışıklar, bu örtünün altında kalır. İlla evimize ulaşmak, evimizde olmak, sevdiğimiz herkesi yakınımızda bilmek arzusu bürür içimizi.

Yeryüzü gölgelenir ve yorulan, ağırlaşan bedenler,bir an önce dinlenmeye çekilmek ister.Sanki bir eşikten geçilir, bir kapı kapanır her şeyin üzerine. Kuşlar susar,  böcekler susar, pencerelerin perdeleri çekilir… Kuşlar yuvalarında derin bir sükuta bürünür.Biter hasreti pencere önünde bekleyen küçücük çocukların. Annelerin ömrü biraz daha eskir mutfaklarda. Aceleci yıldızlar gökyüzünün tamamen kararmasını beklemeden kınalı keklikler gibi suya iner. Ay bir kandil olur asılır gökyüzüne. Kimi çiçekler uykuya dalarken,gün boyu güneşle söyleşmenin verdiği yorgunlukla, sarmaşıklar ve gündüz yüzünü göstermeye utanan bütün mahcup çiçekler,gözlerini ovuşturarak uyanır sessiz sedasız. Akşam olur, şairin kalemine can gelir, kalbine gün doğar.

Akşam olur, bir sayfası daha çevrilir ömür defterinin.

***

Akşam, içime düşen korku, pişmanlık,

Varamadığım deniz, suyu çekilen ırmak.

(Ziya Osman Saba)

Gecenin küçük ve hüzünlü kardeşidir akşam, her güneş batımında aheste dokunuşlarla çalar ruhumuzun kapısını.

Öteki vakitlere benzemez o, ne öğlen kadar durgun ne de gece kadar sessizdir. Her şeyi önce sadeleştirir sonra kendi renginden bile uzaklaştırarak dinginleştirir ve uçurur gecenin pencerelerine. Gün, uzak tepeler arasından kaybolup giderken usul usul,ufku kızıla boyayarak gömülürken sulara, çaresizce eskittiğimiz o  günün hüznü fısıldamaya başlar faniliğimizi.

Yalnız giden günün hüznü değildir bu demlerde ruha dolan, elimizden,kalbimizden kayıp düşen ne varsa hepsinin yokluğu alevden libasla geçer zihnimizden birer birer.Ençok da zihnimizi, gözümüzden düşenler meşgul eder.

Sızı kaplar,alacakaranlığın bu ilk basamadğında yüreğimizi.Yolu neden sevgiden,aşktan geçmez insanların.Bu sahtelik,bu gösteriş merakı,sizi her zamanki yalnızlığınıza geri itekler.Çoğalır yalnızlığınız,kaybolursunuz yalnızlığında akşamın yorgun argın bir vaktinde.

Gölgemizin bile bize ait olmadığını bu demlerde anlarız. Ayaklarıyla kalbimize tutunarak siyah kanatlarını dalga dalga yeryüzüne yayan alaca bir kuştur belki de akşam dediğimiz.

***

Akşam kapanınca perde perde,

Bir hatıra zevki var kederde.

(Yahya Kemal Beyatlı)

Birbirinin aynı gibi peş peşe gelip geçseler de,akşamların asla biri ötekine benzemez hakikatte; zira her gün doğan gün bir başkadır ve her akşam batan gün bir başka… Akşamını hissetmediğimiz, yaşamadığımız günler aslında yaşanmamış günlerimizdir. Aynı durgun sularda ritmi yavaşlasa da kalbimizin, sızlayan daima başka başka köşeleridir.

Yoksunluk, bu vakitlerde bir yara olduğunu hissettirir kendisini, hasret,özlem ve ayrılık bu vakitlerde oturur insanın içine,gece boyunca da zirve yapar ağır aksak,çoğalan yalnızlığınızın eşliğinde.

Günün sonbaharıdır akşam,eğer  düşündüğünüzde ruhunuzu parlatacak güzel bir an’ınız olmamışsa,

Günün sonbaharıdır akşam,varlığıyla güç bulup,avunacağınız bir dostunuz eğer yoksa.

***

Sabahın derdi akşama kavuşmaktır daima ve yürür durmadan akşama ulaşmak için. Akrep ve yelkovan birbirini akşam olsun diye kovalar, dünya akşama ulaşmak için döner bir kez daha ve gün içinde bütün yollar düğümlenmiştir akşama. Akşamdan önce bitirmek isteriz işlerimizi ve akşam olmadan gelsin isteriz beklediklerimiz uzaklardan. Akşamın duruluğunu kendimize, sevdiklerimize, sevdiğimiz şeylere ayırmak isteriz.

Günün vardığı son duraktır akşam,.İçinizin derinliklerini,dev ekrana yansıtarak seyrettiğiniz bir  filmin sahnesi gibidir.

Akşamın ardından yeni bir sefer başlar bambaşka vakitlere. Gün boyu peşinde koştuğumuz serabın hakikate döndüğü yerdir  vakit..Nasıl ölüm kendisinden başka her şeyi anlamsız kılıyorsa,misafir olduğu mekanlarda,akşam da bazen öyle anlamsız kılar gün boyu peşinde savrulduğumuz ümitleri, hayalleri ve elmaslarımız cam parçalarına döner avuçlarımızda.

***

Güneş doğuyor ve batıyor, gün başlıyor ve bitiyor; galiba her gün yeniden dirilen ve ölen; başlayan ve biten biziz. Saatler, günler, haftalar mevsimler değil kapımızdan gelip geçen,bizim parçalarımız. Habire kendimizi buluyor,tekrar yitiriyoruz saatlerin tik taklarında, takvimlerin savrulan yapraklarında, günün aydınlığında ve akşamların alacakaranlığında. Akşamın siyah tülü bizden koparak düşüyor  gecenin ıssızlığına.

Dedim ya;

Günün sonbaharıdır akşam,eğer  düşündüğünüzde ruhunuzu parlatacak güzel  an’larınız olmamışsa.

Günün sonbaharıdır akşam,varlığıyla güç bulup,hayatınıza anlam katacak sevenleriniz eğer yoksa.

S.K

Pelesenk…

”Biz küçükken çok büyüktük” diyor ya Nazım,mesela ”kollarımızı bir açardık,dünyayı kucaklardık. Güzeldik biz küçükken”güzeldik..
Oysa,büyürken biz,ne de çok küçüldük…Büyüdük sanıyoruz,koca yetişkinler olduk diyoruz,büyüyen sadece ve sadece yaşlarımız.
Büyüdük,büyüdük,küçülene kadar büyüdük,çok küçülene kadar..
Önce,insanı kucaklamayı unuttuk,sonra biz olmayı.
Biz olmayı unutunca insan,”ben” olmayı seçti,ve egosuyla sarmalandı.

Kendine göre bir dünya,kendine göre bir dil ve kendine göre seçti kelimelerin anlamını.Eski manayı çıkardı içinden,yerine kendikini koydu.
Şiir de sevdi,kitap da okudu,lakin içini boşalttığı sözcüklerin bir mana ötesi de vardı,bunu bir türlü göremedi.Oysa,her şeyin sözle anlatılamayacağını,
sözün ötesinin de olduğu bir gerçekti,ama o bilemedi.
Yüreği,küçücük bir kuşun kanatlarında özgürce uçup,dağlara,tepelere,denizlere savruldu.Kelebekler kadar özgür,ırmakların debisi kadar
değişkendi,yelkenlisi açılırken ufuklara.Lakin,hep fırtınalı,hep koyu griydi gökyüzünün rengi ve hep de öyle olacaktı.Mana değişince,elbette suretler de
değişecekti ve değişti.
Ağzına pelesenk ettiği o kelimelerin gerçek anlamını bir daha,hiçbir zaman bilemeyecekti.
**
Bilinen bütün kötülüklerin mimari olan organizmalar bütünü ‘’insan’’. Kendimizden başka her şey o kadar değersiz ki bizim için, burnumuzun büyüklüğü bedenimizle yarışır halde. Pişkinliğimizin ve hoyratlığımızın bir sınırı olmadığı gibi bundan rahatsızlık duyacak bilincin yakınında bile değiliz.Evet biz yaşadığımız gezegenin en ‘’zeki’’ varlığı, insan. Dünya üzerindeki tüm karmaşanın ve acımasızlığın içinde varlığını sürdürmeye çalışan aciz yaratık.Kötülükten beslenen, eline geçen her fırsatta iyiliğin yok olması için uğraşan canlı.

Yaratılan kaosların sonuçlarına katlanmak zorunda olan kaç milyar insan var bu gezegende?Bu gezegenin başına insanoğlundan daha büyük bir felaket gelemezdi herhalde.

Bunun farkında mıyız,evet.. yarattığımız kaosun içinden çıkmak için alternatifler aramaya çoktan başladık. Başka gezegenlere gitmeyi planlıyoruz mesela.
Ama farkında olmadığımız şey şu ki,sorun gezegende değil,sorun bizde.

Gittiğimiz her yere bu kaosu bir virüs gibi taşıyacağımızın farkında değiliz.
Kaçışın bir çözüm olmadığının farkında değiliz.İçimizdeki vahşinin yarattığı bu düzeni değiştirmek için yapmamız gerekenlerin farkında değiliz.
Sebep olduklarımız için birbirimizden ve bu gezegenden dilememiz gereken koca bir özür var.Öyle kuru kuruya dilenmiş bir özürden bahsetmiyorum.
Sanırım gerçek bir özür,ne zaman ki,Tolstoy’un ‘’Herkes, insanlığın kötüye gittiğini kabul eder de, hiç kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez’’sözündeki gerçekliğin ne olduğunu düşünüp,onu kavradıktan sonra başlayacak.Yani,önce kendinden başlayacak.
Kendini düzelten insan,gün gelip de toplumu da düzeltmiş olur.İnsanın,insana yaptığı kötülüklerin belki geçerli hiçbir özrü olmasa da,bu düzeliş ve iyileşmeyle,hiç değilse”insanlığa”karşı yerine getirilmesi gecikmiş bir görevin de ifası olur.

***

Hangi dönemde,hangi yaşta,hangi konumda,kim olursak olalım bekler durumdayız hep..
Tıpkı çöllerde susuz kalmış göçebeler gibi. Hayatımızın her döneminde,ruh dünyamıza ışık olsun, bizi aydınlığa çıkarsın diye hep birşeyler bekliyoruz. Bir tebessüm, bir sımsıcak gülüş, sabırla perçinleşmiş bir anlayış,kalbimize sımsıcak bir can suyu akıtılsın diye bekliyoruz. Sevgi bekliyoruz, alaka bekliyoruz, tatlı bir bakış, bizi bizden alacak tatlı bir söz, farkedilmeyi, anlaşılmayı, yüreklendirilmeyi bekliyorz. İstiyoruz ki yüreğimize bizi bizden alacak,içimizde güller açtıracak,ruh dünyamızı aydınlatacak sımsıcak bir dokunuş kondurulsun. Ve onun adı “ Sevgi” olsun, “Dostluk” olsun. “ Paylaşmak” olsun.

Sevgisizliğin bir çok olumsuzluğa kapı aralıdığı, sosyal barışı zora soktuğu bir dönemde “Sevgi” yi yürekte taşımak, bu ulvi duyguyla yüreklere dokunmak bu kadar zor olmamalı.
Menfaatlerin ön plana çıkarıldığı,önemli değerlerin içinin boşaltılmaya çalışıldığı günümüzde, gönüllerin ilacı gerçek sevgiye, gerçek sevgiliye ulaşmanın bir çok yolu mutlaka olmalı. Bu yollardan birinin gönülleri fethederek “Yaratılanı yaratandan ötürü severek” olduğunu unutmadan ulaşmaya çalışmalı insan.
Kaldı ki,sevgiyi yüreklerinde taşıyanlar , bir yüreğe dokunmakta hiç tereddüt etmezler. Sevgi ile dokunulan yürekler,bakın nasıl da gonca güller gibi açarlar ve etrafa da ışık saçarlar.
Ne kadar önemlidir “ bir yüreğe dokunmak”, “bir gönülde taht kurmak”.
Her adımınızda, yaşadığınız her anda, hayatınızın her aşamasında bir yüreğe dokunamadıysanız, bir gönlü fethedemediyseniz, birileri için adanmışlık gösteremediyseniz,yaşamın ne önemi var.
“sevgiyi gönüllerde hissederek,onu tüm hayatın evrelerine nakşedebilmektir önemli olan ve hayata anlam katan…

S.K

Acı ve olgunluk

Pek çok kült filmin yönetmeni olan Kieslowski kendini anlattığı kitabının bir yerinde şöyle der:

“Fakat bununla beraber, bazı şeyleri kolaylaştırmanın kendi içinde ne kadar iyi bir şey olduğunu bilemiyorum. Bazı şeylerin zor olmasının kötü bir şey olup olmadığından emin değilim. Acı çekmenin çekmemekten daha kötü olduğundan emin değilim. Bazen acı çekmek daha iyidir. Herkes bir kere bunu yaşamalıdır. Bizi olgunlaştıran da budur. İnsan doğasını bu oluşturur. Kolay bir hayatınız varsa, başkalarını da düşünmeniz için bir sebebiniz yoktur. Kendiniz ve başkası hakkında endişelenmeniz için bir şekilde acıyı yaşamış olmanız, acı çekmenin ne olduğunu bilmeniz gerekir. Böylelikle incindiğinizde, incinmenin ne olduğunu anlarsınız. Çünkü acının ne olduğunu anlamazsanız, acının olmadığı bir hayatı da anlamaz ve öyle bir hayat için şükredemezsiniz.” (Danusia Stok, Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor, Agora Kitaplığı, Ekim 2010)

Gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde biz insanlar bazı tecrübelerden geçerek insan oluyoruz. Oluyoruz dedik ama bu biten bir süreç mi? Hiç sanmıyoruz. Oluş süreci kesintisiz olarak devam ediyor. Hatta ölümden sonra da yaşam, “biz” diye bugün bilincinde olduğumuz bedenimizi farklı formlara sokarak sürdürüyor. Demek ki bitmeyen bir hareketin ve devingenliğin içindeyiz. Hayattaki hiçbir şey göründüğü gibi değil ve hiçbir su durgun değil.

Kieslowski’nin acı olgusundan yola çıkarak (ve bunu doğamızla eşitleyip belki de abartılı bir anlam yükleyerek) vurguladığı gerçeği de bu kapsamda düşünmek ufuk açıcı olacaktır. Çünkü insan veya insanlık acı çekmeden, sosyal ve bireysel pratiğin zorlu yollarından yürümeden olgunlaşamıyor. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, olgunluğu kibirden, nesnel gerçeği yanılsamadan, bilimi hurafeden ayıramıyor. Çünkü hepimiz bir yanıyla kendimizi dünyanın merkezine koyan ve bu çocuksuluğu üzerimizde taşıyan varlıklarız. Peki bu söylediğimiz acemiliklerimizin, yanlışlarımızın, hatalarımızın olmayacağı anlamına mı geliyor? Elbette hayır. Hatta yaşam biraz da onlarla güzel, renkli ve heyecan verici. Bilinmezi keşfetmek söz konusu yanımızın varlığıyla mümkün. Çünkü çelişki olmadan hareket, hareket olmadan da yaşam dediğimiz olgu mümkün değil. Ama diğer yanıyla da onlarla boğuşmadan da biz, biz olamıyoruz.

Konu acılar olunca,Einstein’ı anmadan geçmek olmaz.

Einstein gökten zembille inen bir kişi değil. O; insanlığın büyük tecrübelerinin, çilelerinin, acılarının ve nihayetinde olgunluğunun ürünü bir dâhi. Einstein’a buradan baktığımızda onu bizim, hepimizin en iyi yanlarının vücut bulmuş hâli olarak görebiliriz. Kişisel özelliklerinden, zaaflarından söz etmiyoruz elbette. Vurgulamak istediğimiz bir simge olarak Einstein’in çığır açıcı katkılarıdır ve o dünyamızda zorbalığın, acıların hüküm sürdüğü çağlarda baskılara karşı bilimin ve gerçeğin sesi olan dev bilim insanlarının omuzlarında yükselmiştir. Sanırız “acının olmadığı bir hayatı anlamak” ve kurmak biraz da bu sürekliliğin ve tarihselliğin sonucudur.

s.k

Murathan Mungan

imagesKimse yoktur kimsenin kimsesizliğinde,sen hariç..

Anlatabilsem sende neler gördüğümü kimse inanmaz ancak hayal derdi.
Bilselerdi sende neler gördüğümü yıllarca hayal görmek isterlerdi.
Beden dediğin aşka vesile, insan ruhlara aşık olur, sevdikçe başkasını kendinde bulur.
Takvim düzeni herkes için aynı olsa da, zaman herkesin içinde başka türlü ilerler.
Her insan kendi olması karşılığında topluma bir bedel öder. Az ya da çok ama mutlaka bir bedel…
Kimse bedelsiz kendi olamaz. Bu bedel çoğu kez yalnızlıktır.
Hepimiz varoluşumuza bir anlam ararız. Kundak ile kefen arasındaki şeyin adı ömürdür, hayat değil.
Hayatı biraz da kendimiz yaparız.
M.Mungan

Kalbin Gözyaşı..

 

Kalbin, aklın hiç bilemeyeceği sebepleri.

Carl Jung, huzuru aradığı yolculuklarından birinde, bir Kızılderili reisiyle oturur. Kabile reisi Dağ Gölü, ona beyaz adamların deli olduğuna artık iyiden iyiye kanaat getirdiğini söyler. “Niye” diye sorar psikoloğumuz. “Kafalarıyla düşündüklerini söylüyorlar” diye cevap verir bilge reis. “Herhalde”, der Jung, “Ya siz neyle düşünüyorsunuz?” Reis Dağ Gölü, kalbini işaret eder; “Biz burada düşünüyoruz.

Kalbin kendisine ait bir aklı var mı? Kadim öğretiler, fiziksel kalbin ötesine geçen farklı bir organdan söz ederler: Duyarlı, algılayabilen, insanın ruhuna ışık verebilen bir organ. Sufilikte ve Hıristiyan mistisizminde, kalbin taşıdığı değeri ifade eden sayısız anekdot, şiir ve hikâye vardır. Eski Mısırlılar mumyalama işlemi sırasında tüm organları (bu arada beyni de) çıkarırken, kalbi yerinde bırakırlarmış. Zira kalp, onlara göre ruhun, aklın ve duygunun tahtıdır. Son yıllarda yapılan çalışmalar kalbin düşündüğümüzden daha akıllı olduğunu gösteriyor. Kalp beyinden sinyal alıyor evet, ama kendisi de vagus siniri yoluyla beyne bilgi gönderiyor. Beyne gönderdiği sinyallerle beynin entelektüel işlevleri yerine getiren bölümünü uyarabiliyor veya tamamen devre dışı bırakabiliyor. Kalp kendi hormonlarını üretip vücuda bırakıyor, beyinden binlerce kat daha güçlü bir manyetik alan yayıyor. Kalbin üzerinde yer alan 40 bin sinir hücresi, tıpkı beyin gibi yapılanıyor. Kalbin beyni, kendi dopaminini salgılayabiliyor. Bu sinirsel iletici, davranışlarımız üzerinde kuvvetli etkileri olan bir bileşik.

Niyetim malumatfuruşluk yapmak değil. Bir zaman İstanbul’da mesleki bir kongrede konuşan yabancı bir bilim adamı şöyle bir cümle sarf etmişti: “Ahlak beyne programlıdır ama içkindir. Ahlakilik beynin normal işleyişinin asli parçalarından birisidir,fakat yolu kalpten geçer” İlaç tedavileriyle ilgili son gelişmelerin tartışıldığı bir kongrede felsefi çağrışımları davet eden böylesi bir söz duymak, doğrusu hoşuma gitmişti. Ancak bir ekleme yapmamız gerek: Ahlak gibi merhamet ve empati de beyne yazılıdır. Beyne ve kalbe… Yeterince çaba harcayan birisi için merhamet, mizacının asli bir unsuru olabilir.

Geçmişin bilgeleri kalbin ancak dikkat ve niyet etmekle dönüşebileceğini söylüyorlardı. Kalbimizle görebilir, kalbimizle düşünebilir, kalbimizle hüküm verebilir ve nihayet, onunla yaşayabilirdik. Beynin yakın zamanlarda keşfedilen bir özelliği nöroplastik olma durumu. Yani, zihinsel eğitim yoluyla yapısını değiştirebilmesi. Yoğun öğrenme ve uzun zihinsel mesai, beynin gri alanlarını yeniden düzenleyebiliyor. 20 yıl boyunca günde sekiz saat masa tenisi oynamış olan bir insanın beyni, oynamamış insanlardan farklı oluyor. Taptuk Emre, Yunus’u eğitmek için ona 10 yıl boyunca dergâha düz odun getirmek, eğri odun taşımamak gibi bir görev vermişti. Aşk ve merhamet, yoğun bir zihin mesaisiyle, emekle, gayretle kazanılabilir. Kalbinin üzerindeki kiri pası söküp atmakla, kalbe dönüp onun şarkılarını söylemekle.

Kalbin gözyaşı.

Kalbin gözyaşlarıyladır ki, bilmenin sevmek olduğunu fark ederiz. Bilmek iktidar kurmak değildir. Bilmek bilinmek istenene teslimiyetle mümkündür; arzu edilen ötekiyle aradaki mesafeyi kaldırarak, tahakküm ve denetime izin vermeyen bir yakınlık tesis ederek. Böyle hem bilir hem de biliniriz. Bu bilme ve olma hâli aklın kurgusuyla alakalı değildir. Bu bilme sanatçının, aşığın, dervişin, şairin, çocuğun ve hatta kimileyin “deli”nin su içtiği çeşmedir.

Kalp kırmaktan söz ederiz; kalp ağrısından, gönül yarasından. Duygularımız için kalp esaslı bir metafordur. Kalbin bilimi ilerledikçe, metafor hakikate dönüşebilir. İş, merhamet ve diğerkâmlığı kalbe nakış nakış işleyebilmekte. Yunus’umuzun dediği gibi :

“Yunus Emre der hoca,

Gerekse var bin hacca

Hepisinden iyice

Bir gönüle girmektir.”

Günün birinde Avrupalı bir dilenci Blida’da bir Arap kahvesine girmiş. Oradaki Müslümanlardan biri ona para vermiş. Arkadaşı; “Allah’ın bu sadakayı dikkate alacağını düşünüyor musun?” diye sormuş. Sadakayı veren cevaplamış: “Fakir bir adamın görüntüsünün altında kimin gizlenmiş olabileceğini asla bilemezsin.”

“Tüccarların derin uykuya daldığı saatlerde gece hırsızları ortaya çıkar” demişti Mevlana. Sadece gecenin karanlık sessizliğinde bilirim: Sevdiklerim bir bir ölecek ve bağlandığım her şey, açtığında solmaya yüz tutan bir gül gibi, bir bir solup kaybolacak. Yalnızlığın o derin anında sadece benim olan o eşref saatinde anlarım: Aşk, başarı veya zafer, ötelerden çağrılmamı engellemiyor. Gün, geceden kalan son gölgeleri ışığıyla yutarken acıyla fark ederim: Evden hâlâ uzaktayım. “Göklerin yeryüzünün yaratılışında, gece ve gündüzün art arda gelişinde akıl sahipleri için işaretler vardır” diyor Kuran. “Dileyin, size verilecektir; arayın bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır” diyor İncil. Hayat geçip gitmekte olana bir ses verme çabası. Bir su damlasının avcumuzdan kayıp gitmesi gibi kaybolup giderken hayat, âna şahitlik etmek. Güzelliğe şahitlik etmek… Döşeğimizde ölürken hatırlayacağımız, belki bir köy pınarından kana kana içtiğimiz bir suyun ferahlığı olacak, belki bir kuşun sabah saatlerine yakın, bir şey anlatmak istiyormuşçasına ısrarla şakıması. Belki de kâinatın güzelliğini görmek için buradayız.

Belki de dünyaya ses vermek için buradayız. Bu dünyadayız çünkü ona bir ses vermek istiyoruz, ona tanıklık etmek, onu temaşa etmek ve onun adına konuşmak istiyoruz.

Kalbin bilgeliği hatırlamaktır.

Yıldızlı bir gecede gökyüzüne bakan Blaise Pascal, onun sınırsız uzayı ile ürpermişti. “Kalbin, aklın hiç bilemeyeceği sebepleri vardır” diyen bu dâhinin o devasa boşluk karşısında hissettiği endişe, modern bir durum. Göklerin sustuğu ve boşaldığı, karanlık, soğuk ve ıssız bir hâle geldiği, meleklerin insanlara görünmediği yeni bir çağ. Müzikli kozmostan boş ve sınırsız evrene geçiş…

Sadece gökler değil, kalbin kendisi de boşalır; yani sevme yeteneğini yitirir. Kalbin bilgeliği hatırlamaktır. Kaybedileni, unutulanı, görmezden gelineni hatırlamak… Oysa günümüzde meleklerle bağ kuramayan bir akıl, kalbi susturuyor. Ve insan ıstırabı nasıl hissedeceğini ve başkalarının ıstırabı hakkında ne hissedeceğini bilemediği bir uyuşma hâlinde. Kurtuluş, kalbe teslimiyette…

Belki de insan hayatı bir ödevdir: Sizi dünyaya hizmet etmeye çağıran bir kadere cevap vermektir hayatın ödevi. Ruh bildiğinden daha fazlasıyla beslenmek ister, ulaşabildiğinden daha yücesi ile huzur bulmayı arzular.

Belki de insan bir yetimdir. Kaybettiği kutsalın açlığıyla kıvranan bir yetim… Istıraba ve ölüme karşı uyuşmuş, acıyı ve ölümü hayattan kovmak isteyen, kutsalın günlük hayatta eksikliğine çoktan alışmış olan insan, sadece canını çok acıtan bir ölümle, en çok sevdiklerinin ölümüyle anlar, bir uçurumun kenarı sıra yürüdüğünü. Ancak bir “uçurum anı” ile silkinir ve kaybettiğimizin yasını tutmaya başlarız.

Som akıl insana kılavuzluk edemez. Böler, ayırır, çözümler. Bütünü göremez, yapısı gereği böler ve ayrıştırır. Oysa William Chittick’in ifadeleriyle, “İyi ve güzel, mit olmadan algılanamaz ve mitik düşünme aklın sınırlarının ötesindedir.” Akıl tek başına iyinin ve kötünün ilkelerini sağlamaz. Akıl kendisinden yola çıkarak anlam sunamaz.

Kalbin olma ve bilme biçimlerine teslimiyetle insana ve tabiata merhamet etmeyi öğreneceğiz. “Git ve önce sev” diyor bilge şair Cami; “Sonra gel ve sana yolu göstereyim.” Başka bir akil adam; “Şiir bize daha iyi nefes aldırır” demişti. Nefes hayattır, nefes ruhtur. Nefes alıp vermek dünya ile bir alışverişe girmektir. Belki de nefes almak, nefes vermek için buradayız.

Prof.Dr.K.Sayar

 

Gözyaşı…

Belkiler ve keşkeler arasında gelir dayanır göz kapaklarınıza gözyaşı. Kelimeler usul usul uzaklaşır zihninizden. Gördükleriniz birden bire anlamını yitirir, bulanıklaşır. Hafif bir sızı yürür içinizde. Şiirlerin, şarkıların, yağmurların, rüzgarların, yaprakların elinden tutup içinde yaşadığınız dünyadan,ya kalabalıklara veya kendinize kaçmak,yahut bir kuytuya çekilip öylece orada, geçmesini beklemek istersiniz ruhunuzdaki sarsıntının. Dünyanın ve kelimelerin bittiği yerde gözyaşı başlar. Bir türlü toparlayamadığınız harfler dökülür göz pınarlarınızdan. Beklediğiniz yahut beklemediğiniz bir anda tufanlarla sarsılır dünyanızdaki her şey, geminiz rüzgarların, akıntının çektiği yöne doğru dolaşır sığınacak bir kara parçası bulabilmek için.

Fırtına ve yağmur dindiğinde bir kıymık ayrılır kalbinizden yavaşça, bir hançer vedalaşır göğüs kafesinizle. Kimseler sizi görmesin, bulmasın istersiniz. Herkesle gülünür lakin ağlanmaz herkesle. An gelir, kızıl laleler üzerindeki çiğ taneleri gibi damlalar uçar gider, buharlaşır yanaklarınızdan.

Kristal kalbimizin, kırılan,bazen de tuz buz olan küçücük parçacıklarıdır belki de gözyaşları.

Ayrılığa, sevdaya, yalnızlığa, hasrete, dünyaya, sevaba ve günaha dair adını koyamadığımız ne varsa ruhumuzda, onunla dökülür gözlerimizden. Kimi zaman biz varırız gözyaşı bulutlarının altına,kimi zaman hiçbir neden yokken o bulutlar gelir kümelenir üzerine kalbimizin. Kimi zaman her şey yolundayken, hayatımızda hiçbir eksiğin kalmadığını düşünürken bir gece yarısı başımızı yastığınıza koyduğumuzda, yahut bir seher vakti ansızın uyandığımızda; aslında hiçbir şeyin yerli yerinde olmadığını fark ederiz birden. Eskittiğimiz yılların ahını işitiriz mazi ormanlarından. Adını koyamadığınız bir pişmanlık ve yarımlık hissi çiçeklenir gözlerimizde.

Önce gözyaşı verildi hepimize. Bu yüzden her gözyaşı damlası dünya ile selamlaştığımız o ilk ânın şaşkınlığına, yalnızlığına, yabancılığına ve masumiyetine taşır bizleri biraz da. Yaşarken durup durup kendisini hatırlatan anadilimizdir gözyaşı, içimizdeki çocuğun kendisini hatırlatmasıdır tüm mahzunluğu ile.

Bazen vedadır gözyaşları bazen selam… Bazen dipsiz kuyularda sürekli bir düşüştür ruhumuza bazen gökkuşağından bir ilham… Bazen laftan sözden anlamayan haşarı yahut nazlı, alıngan bir çocuktur gözyaşı. Bazen rahatlatır ağlamak bazen rahatsızlıklar büyütür içimizde, bazen çözer tüm meseleyi bazen meselenin içinden çıkılmaz eder. Kim tarafından ne için dökülüyor olursa olsun saf şiirdir gözyaşları ve kafiyesidir sevdanın, vedanın, ölümün, hastalığın, acının.

Derdini anlatamayan çocuk, evine ekmek götüremeyen baba, yalnızlığında; çaresizliğinde her anne muhakak gözyaşlarının pırıltısı ile çıkar yeryüzüne yeniden içine düştüğü kuyulardan. Ruhumuzun dünya karanlığına sarkıttığı nurdan incecik iplerdir gözyaşları.

Herkes ağlar. Bebekler, çocuklar, gençler, yaşlılar, anneler ve illa ki babalar…

Koparılan çiçekler nasıl dökerse sessizce koparıldığı yerden gözyaşını, dalları kesilen ağaçlar nasıl sıralarsa kendisinden kopan her parçanın peşi sıra gözyaşlarını, babalar anneler de öyle gözyaşlarıyla yıkar yanaklarını.

“Ağlarsa anam ağlar” deriz lakin babalar da ağlar, ablalar, ağabeyler de kimsenin görmediği tenha kıyılarda. Herkes ağlar lakin herkes istemez gözyaşını paylaşmayı.

Şayet şahit oldunuzsa;  büyüklerinizle aranızda küçücük bir sırdır onların ağlamaklı halleri. Babanızın, annenizin, ablanızın, ağabeyinizin göz pınarlarında gördüğünüz her inci tanesi zehirli bir ok ucu gibi sızlatır bir ömür kalbinizde bir yerleri. İsteseniz de ortak olamazsınız onların gözyaşlarına, isteseniz de sarılıp teselli edemezsiniz, bağrınıza basamazsınız onları. İçinize akar gözyaşlarınız. Hüzünlü bir resim gibi asarsınız ruhunuzun duvarlarına uzaktan uzağa gördüğünüz her şeyi.

Herkes ağlar boşlukların, yitirilmişliklerin, sahip olamadıklarının, kaybettiklerinin yahut kazandıklarının eşiğinde.

Güller de ağlar bülbüller de… Dağlar da ağlar, dereler, denizler de…

Büyük, küçük, zengin, fakir ayırmadan; hüzünlüyken yahut mutluyken hepimizin kirpiklerine misafir olur gözyaşı. Her şeyden sakındığımız gözlerimizi yalnızca gözyaşlarına emanet ederiz sualsizce. Toprak atarken bir yakınının cenazesi üzerine, ziyaret ederken bir dostun kabrini, çevirirken bir albümün yapraklarını, beklerken bir ameliyathane önünde, bir imtihan sonucu açıklandığında, bir haber aldığınızda ansızın, bir sabah namazı secde anında, bir iftar vaktinde beklerken ezanı, bir ayetin, hadisin ruh kamaştıran şavkıyla filizlenebilir herkesin göz kapakları.

Her kalp kırılganlaşır dolaşırken yeryüzünde. En tepeye çıkmışken ümitten kanatlarla; göklerden tekrar düştüğümüzde dünyaya, üzerine titrediğimiz her şeyin büyük bir sessizlikle bizden uzaklaştığını fark ettiğimizde, özene bezene yaptığımız kumdan kaleleri yerle bir ederken dalgalar, kırılırız ve içimizde biriktirdiğimiz bütün taşları savururuz uçsuz bucaksız okyanus kıyılarında. Kırgınlıklar ve karanlıklar ortasında çaresizce yaşarken tek teselli gözyaşımızdaki sırda saklıdır.

Herkes ağlar düşünce, dizkapakları ansızın kanamaya başladığında.

***

Gözyaşı aslında umudun, bekleyişin halen bitmediğinin de işaretçisidir. Bu yüzden gözyaşının her damlası en az çaresizlik ve keder kadar; umut ve hayal yüklü bir kitaptır.

Ağlamak büyük bir kabulleniş, kelimeleri aradan çıkarıp yapılan bir yakarıştır… Geride kalan her şeyi unutmanın, hayatla pazarlık yapıp dünyaya yeniden doğmanın, azalarak var olmanın, çoğalmanın başlangıcıdır.

Sevdaya, mutluluğa, hüzne, yalnızlığa olduğu kadar hiçliğe de adanır bazen gözyaşları sebepsizce. Nereden ve ne için geldiği bilinmeyen elçiler gibi, gelir misafir olur ve kayıp düşer gözyaşları kirpiklerinizden. Farkına varamayız lakin ağlamak, gözün gördüklerinden ruhun tövbe etmesidir sessizce.

Kimseye zararı olmaz birkaç damla gözyaşının. Acılar biriktirir içimizde, damla damla harcarız yaşadıkça. Ne kelimeler gibi yanlış anlaşılır gözyaşları ne istemeden gönül incitir. Herkesin herkesi tam olarak anlayabildiği tek dildir o. Gözyaşlarıyla geliriz dünyaya ve gözyaşlarıyla uğurlanırız dünyadan.

Ağlamak, kurtuluş, ağlayamamak; kayboluştur bazı zamanlar.

Dünya ile mecburi bir takastır gözyaşı; dünyaya ruhumuzdan parçalar verir, karşılığında arınır, ondan geçici huzurlar alırız.

Gözyaşı, varlığımızın ve hiçliğimizin kendisini asla unutturmayan yegâne telmihidir,belki de bu yüzden; önce gözyaşı verilmiştir hepimize… S.K

”Gülün Gölgesinde” / C. Bukowski

Adsız

Hiç bir zaman olması gerektiği gibi değil; dedi insanlar.
Müziğin sesi, sözcüklerin yazılışı.
Hiç bir zaman olması gerektiği gibi değil, dedi,
bütün bize öğretilenler,
peşinden koştuğumuz aşklar,
öldüğümüz bütün ölümler,
yaşadığımız bütün hayatlar,

Hiç bir zaman olması gerektiği gibi değiller, yakın bile değiller.
Birbiri arkasında yaşadığımız bu hayatlar,
tarih olarak yığılmış, türlerin israfı,
ışığın ve yolun tıkanması,
olması gerektiği gibi değil,
hiç değil, dedi.

Bilmiyor muyum?
diye cevap verdim.
Uzaklaştım aynadan.
Sabahtı, öğlendi, akşamdı.

Hiçbir şey değişmiyordu.
Her şey yerli yerindeydi.
Bir şey patladı,
birşey kırıldı,
bir şey kaldı.